AVRUPA`DA TÜRKÇE, MEDYA VE ÇÖKÜŞÜN SORUMLUSU KİM?



 
Konu  ‘okumak’  olunca söyleyecek ve tartışacak pek çok kavram yan yana geliyor. Bir de buna Avrupa`da yaşayan Türkçeli insan topluluğunun okuma eylemindeki  tutumu eklenince,  oldukça karmaşık bir hal alıyor. 
 
Osman Çutsay, Avrupa GÜN`de önceki hafta (Sayı: 15) yayımlanan ‘’Güneşten ışık yontarlardı, sert adamlardı, oysa...’’ başlıklı yazısında, okuma alışkanlığı, basının sorumluluğu ve  ‘‘aydınlanma hareketi ’’ gibi kavramlar soruları vasıtasıyla değerlendirmede bulunmuş.  Almanya`da yaşayan Türkçeli insan topluluğundan bahsederken ister istemez,  Türkiyelilerin okuma alışkanlıkları bağlamında istatistiki verilere bakmamız gerekiyor. Bu konuda en son söyleyeceğimizi baştan söylemek gerekirse,  o-ku-mu-yo-ruz!  Neden mi? Yılda okunan kitap sayısından, kitaba harcadığımız para ve de ihtiyaçlar hiyerarşisinde kitap –neredeyse- hayatımıza dokunmasa da yaşamı sürdürebileceğimiz düşüncesinden dolayı.
 
 Okuma alışkanlığımıza dair görüşlere geçmeden önce yazıda ‘‘aydınlanma hareketi ‘’ olarak görülen üniversiteli öğrencilerden başlamak gerekiyor. Basit bir soru soralım, her üniversite okuyan aydın mıdır? Eğer öyle olmuş  olsaydı, üniversite okuyanlar sayesinde değil Avrupa, dünyayı bir ‘aydın’ kütlesi sarar sarmalardı. Ancak yaşadığımız yüzyıl bize bu işin bu kadar da kolay olmadığını gösteriyor. Aksine, üniversite eğitimi meslek edinmek için oluşturulmuş teknik ve teorik bilgiler yığınıdır! Üstelik  her üniversite okuyan kişiye ‘aydın’ ya da ‘aydın adayı’  tahlili günümüz açısından geçerliliğini yitiren bir görüştür. Aydın tahlilinde bu denli basite indirgenmiş bir tarife ne  Jean-Paul Sartre`de,  ne de Antonio Gramschi`de rastlıyoruz. Aksine  aydın,  üniversite eğitimini de aşan bilgiye sahip olması gerektiği gibi, toplumsal gerçeklikle yaşamını idame eden kişidir.
 
Diğer yandan belki de aydın olmanın en önemli kriteri,  toplumun somut koşulları içersinde tavır alabilen ve  tanık olandır. Tarih bilgimizden hatırlayacak olursak, toplumsal koşul tanıklığının  ötesinde, sanığı olan bir çok aydının var olduğunu biliyoruz. Osman Çutsay`ın sözünü ettiği üniversite öğrenci nüfusu,  geldiğimiz ülke Türkiye`de azımsanmayacak oranda yer tutar. Tarif edildiği gibi, Türkiye`de bu anlamda bir aydınlanma hareketi  çoktan gerçekleşmiş olmalıydı, ama olmadı. Gelinen aşamada Türkiye`nin görece muhafazakarlaşma sürecinde üniversitelilerin önemli bir kesimi muhafazakarlığın temsilcileri oldukları gibi ‘direnişçileri’ haline gelmişlerdir.
 
Yazıda  vurgulanmaya çalışılan bir başka konu da, Türkçe yayın yapan basının tutumu. Gerek Türkiye`de gerekse Almanya`da yayın hayatını sürdürenTürkçe basın, toplumun aydınlatılması konusunda gerçek manada görev ve de ödeve sahip olmadı. Neden mi? 12 Eylül 1980 askeri faşist cuntasının öncesi ve özellikle sonrasında basının takındığı tavır ‘’iktidar ve medya’’ bağlamında oldukça öğreticidir. Son dönemlerin moda deyimiyle ‘‘ana akım medya’’  bu konuda bırakın aydınlatma görevini, objektif haber ve değerlendirme yapmaktan bile epeyce  uzaktır.  Bu nedenle  basından,  yani medyadan beklenti  yüksek tutulmuşa benziyor.
 
Avrupa`da yaşayan Türkçeli insan topluluğunun her geçen gün nüfusu artarken, buna karşın gazete, dergi ve kitap okuma ihtiyacı açısından ciddi bir düşüşten bahsediliyor. Hatta yazıda  ‘‘..Avrupa`daki Türk medyasının Türkiye`dekinden çok daha ucuz, niteliksiz bir kopya kağıdına dönüşmesi zaman içinde sonuçlarını verdi ’’ değerlendirmesiyle,  okuma oranındaki düşüklüğün yegane sebebi ise gene Türkçe yayın yapan basın gösteriliyor. Burada da anlatılmaya çalışıldığı gibi basından gereğinden fazla medet umma yaklaşımı var. Oysa okuma eylemi, bir süreçtir, alışkanlıktır, kültürdür  ve toplumsal bir olgudur. 
 
Verilen bilgilere göre Almanya`da 10.530 civarında kütüphane var. Bir de buna Almanya`nın caddelerini mesken tutmuş küçük sokak kitaplıkları olan ‘’öffentlicher Bücherschrank’’lar da eklenince okumakla yoksullluk arasındaki ilişki zayıflıyor. Türkçe konuşma konusunda ‘‘aşağılık kompleksi’’  duyanların bu ‘kitap cenneti’ ülkede koşulları ne denli değerlendirdikleri de tartışma konusudur. Üstelik pek çok kütüphanede kıyamet kadar Türkçe kitaba rastlıyorken, okumama ya da okuyamama gerekçesi neredeyse ortadan kalkıyor. Bu konuda Almanya`da yapılan bir araştırma, Türkiyelilerin üçte birinden daha azının çocuklarına hikaye kitapları okuduğunu ortaya çıkardı.
 
Biliyoruz ki, Türkçe yayın yapan televizyon kanalları Avrupa`lı Türkiyelileri/ Türkçelileri fazlasıyla meşgul ediyor. Türkiye`de bu konuda yapılan araştırmalarda günde ortalama en az beş saat televizyon izleniyor. Türkiye birçok konuda Avrupa`da yaşayan Türkiyelilere kaynaklık ediyorsa ve de izdüşümüyse, verilen oranın yaklaşık olarak aynı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak her olumsuzluk içinden ille de bir olumluluk bulup çıkarmak gerekiyorsa,  Avrupa`da yaşayan Türkiyeliler, bu sayede Türkçe  dilini ‘geliştirebildiklerini’ söyleyebiliriz.


Diğer bir başka değerlendirme de, (‘’...çıkarları için Almanya`da sosyal demokratlara, yeşillere, hatta sosyalistlere yakın duran sıradan Türk, kendi dilinde ve ülkesinde sağa, hatta aşırı sağa yapışıp kalıyordu.’’)  basının sorumluluğunda gelişen bir durum olarak ele alınıyor.Oysa  Avrupa`da yaşayan Türkiyeliler için Türkiye bir  eksen ise, Türkiye`nin oluşturduğu siyasal iklim ve kültür de  birer yansımadır. Burada da tek başına basının tutumu belirleyici değildir. Türkiye`nin son on yılda muhafazakarlaştığı gözle görülür bir tespit madem,  o zaman çıkar ve  faydacılığın oluşturduğu siyasi toplumsal kültür, Avrupa`da yaşayan Türkiyelileri de yörüngesi altına çoktan almıştır.
Son söz olarak ‘‘aydın çıkışı’’ yaratabilmek tek başına basının/medyanın görevi değildir. Aksine aydınlanma ya da ‘‘aydın çıkışı’’,  özgür ve sorgulayıcı eğitim sayesinde, özgür bireylerin oluşturduğu ve yüzünü toplumsal gerçekliğe dönmüş bir toplum tasarısıdır.

Özden Çiçek 
 
10.02.2013 / Hannover