MİSAFİR İŞÇİ
Daha öncesinde bir gezi yazısı ya da gözlem yazısı yazdığımı hatırlamıyorum, ancak serginin adı “Misafir İşçi” (Gastarbeit in Hannover) olunca ve 2011 yılı Türkiyeliler açısından göçün 50. yılını doldurması sebebiyle, ille de yazmak gerektiğini düşündüm.
“Misafir İşçi” adli sergi Hannover Tarih Müzesi `nde
izleyici ve misafirleriyle buluştu. Kimi zaman iyi
ve nitelikli sanatsal çalışmalardan ve etkinliklerden haberdar olamıyoruz,
haberdar olduklarımızdan da çevremizi bilgilendirmenin bir görev olduğunu
düşünüyorum. Ayrıca sanatın herhangi alanında, herhangi iyi bir örneğin hayatlarımıza değmesini
istiyorum. Değsin ki, hayatlarımızla birlikte bizi estetize edebilsin. Yazının başında belirtmem gereken bir konu
da; bu satırları okurken ”biz bunları
yaşamıştık ” ya da “biz bu hayatı yaşamaktan geliyoruz zaten” diyebilirsiniz, yine yaşadıklarımıza dönem dönem de olsa ayna tutmaya ihtiyacımız var.
Müzenin giriş katında ve pek geniş olmayan alanı içersinde göçün hikayesi yer alıyor, belki de bu
denli kısa ama bir o kadar da yalın
anlatılabilmek gerekiyor. Serginin broşürünü
edinmiş olmaktan dolayı neyle
karşılaşacağımı tahmin etsem de, oldukça ilginç detaylarla karşılaştım. Şunu
da açıklamadan geçemeyeceğim: Almanya´da
yaşayanlar bilir; yazılı \görsel kaynaklara fazlasıyla önem verildiği için,
herhangi bir konuda etkinliklerin duyurularını özenle hazırlanmış broşür
ve kataloglar yardımıyla önceden
bilebiliyorsunuz.
Türkiyeliler açısından göçün hikayesi 1961 yılına denk
düşüyor, bu zamanın en iyi anlatımı da köleci toplumlar tarihi bilgimizi
çağrıştıran ‘sağlık muayeneleri’ adlı
fotograflar oluyor. İnsanlar ‘gönüllü entegrasyon’u sağlayıp sağlamayacaklarına bakılmaksızın ; dişlerine, gözlerine ve
kulaklarına bakılarak çalışma müsadeleri alabiliyorlardı. Ancak İspanyollar,
Yunanlılar, İtalyanlar... açısından göçün hikayesi daha da eski. Sanırım göçün
en iyi sembollerinden birisi tahta bavullar, tabii bir de tren biletleri... Fotoğraf
karelerinde genellikle erkek işçileri
görüyorsunuz, eş ve çocukları daha sonra fotoğraflara dahil oluyor. Bu da en azından bizler açısından anlaşılır öyle
degil mi? Çünkü biraz para biriktirip döneceklerdi, zaten isteselerde eş ve çocukları hemen gelemezdi. Gelinen aşamada misafir işçilerin
bir kısmının para biriktirip dönmek
yerine, kökleri burada boy vermeye başladığını söylersek yanılmış olmayız. Kim
bilebilir ki yaşayacagı hayatın yörüngesini?
Sabırla bekleyişin ardından, eş ve çocuklarıyla
kadınların fotoğraflarını görebiliyorsunuz.
Kimi evinde durup çocuklarına bakmış, kimi çalışmış ve kimi de mesleğini
bırakıp gelmiş ve yaşama dört elle sarılmış. Tabii 1960`lıların Türkiye`sinde
meslek sahibi kadınların ne denli az olduğunu tahmin edebilirsiniz. Sergideki öğretmen kadın örneği, fabrikadaki hayatına son verip
öğretmenliğine tekrar kavuşabilecek kadar azimli hayat hikayesiyle karşımıza
çıkıyor. Bir başka kadın fotografı da
1961 yazında, fabrikanın makineştiren hayatına
karşın, tek başına yürüyüş yaparak ve dondurmasını yiyerek keyfini çıkarıyor ‘özgürlüğün!’.
Diyeceksiniz ki;
özgürlük bu denli basite indirgenebilinir
mi? Yaşanan hayat ve koşullara
göre kimi zaman ‘evet, keyifle dondurma yiyebilmektir’ diyebiliriz.
Şüphesiz her gördüğüm nesneyi tek tek anlatmak yerine,
kendi açımdan öne çıkanları paylaşmak istiyorum. Sanayi devrimini yapmış bir
ülkede yaşıyor olmaktan dolayı, siyasal bilinç de işçilerin yaşamına giriyor.
Örnegin 8 Mart ve 1 Mayıs yürüyüşü fotoğraflarına rastlıyorsunuz. Konu bağlamında
farklı dillerde yazılmış slogan ve pankartlar gökkuşağını anımsatan fotoğrafların yanı sıra, anladığım kadarıyla İspanyol bir kadın,
fabrika hayatının insanı robotlaştırdığından bahsediyor ve kadının cümleleri serginin duvarında önemli
bir slogan olarak duruyor. Sergiyi Alman arkadaşımla gezdiğim için ister istemez
birbirimize sorular soruyor ve yorumlarda bulunuyoruz. Misafir işçiler yavaş
yavaş yaşadıkları coğrafyada kalıcı olmaya başlayınca ırkçılık da palazlanmaya
başlıyor. Gözümüze “Yabancılar Dışarı!”
afişleri çarparak birbirimizin gözüne bakıyor ve aynı anda iç çekiyoruz, yabancı
düşmanlığını ve de ırkçılığı mahkum ederek. Sergide beni şaşırtan detaylar olduğunu söylemiştim,
bunlardan birisi de özel yaşamların mahremiyetini betimlemek için çekmecelerde saklanan
fotoğraflar, hikayeler ve belgelerdi.

‘Gurbetçilerin’ olmazsa olmazlarından Volkswagen minibüsleri
ve seyahat eşyaları... sergide unutulmayanlarından. Mesleğim gereği göçün müzikle
ilişkisi kurulmuş mudur diye düşünürken,
göçmen işçilerin müzikle ilişkisi
üzerine de iyi detayların da olduğunu
görüyorum. Memleketlerine
götürdükleri LP çalarlar, kasetçalarları
örneklerken o dönemlerin “Köln bülbülü” diye lanse edilen
Yüksel Özkasap şarkılarını kulaklıklar sayesinde size dinletiyor sergi, üstelik diğer
ülkerin göçmenlerine ait müzik örneklerine de rastlıyorsunuz.
Gezi ardından bende oluşan düşünce; öncelikle
insanın konar göçerliği idi. Hani okul bilgilerimizden hatırlayacak olursak ; insanın
ve her toplumun kendi tarih bilincinde, anlatılarında “yerleşik hayata geçişin “
öyküleri mevcuttur. Ancak bu sergiden sonra aslında göçün hep devam etttiği ve
de devam edeceğini bilince çıkarıyorsunuz. Çünkü insan hep kendisi için daha
iyi olanı ve bundan dolayı da daha yaşanır
bir hayatın peşinde olduğunu kavrıyorsunuz. İlk insan toplulukları daha iyi yaşayabilmek için, soğuk iklimlerden sıcak iklimlere ve tarımın yapılacağı sulak yerlere göçle
başlamamış mı yaşama tutunma çabası?
Göç hikayelerinin ve göç yaşamlarının içersinde dramatik
öğelere fazlasıyla rastladığımı söyleyebilirim. En dramatik olanları da
kağıtsız çalışanlar, umut tacirlerinin gemileriyle deniz aşırı ülkelere
giderken okyanuslarda yaşamı sonlananlar.... Doğal olarak geldiğim ülke
açısından Türkiyelilerin yaşamına büyüteçle bakmaktan dolayı sosyal, siyasal,
ekonomik sorunlar her gün katlanarak
büyüyor. Bana kalırsa sorunların en büyüdüğü yer ise; psikolojik anlamda göçün derin tramvalara sebep olduğunu hepimiz
biliyoruz.
Sergi, göçü
1980`ler sonrasında bitirmiş, ancak
söylediğim gibi göç devam ediyor hiç durmaksızın. Devam eden göçü bu sergide
izlemek elbette mümkün değildi, öyle olsa koca müze binasının istihdam edilmesi gerekecekti. İnsan yaşamında
farklı farklı öğrenme ve algı biçimleri
var şüphesiz. Fotoğraflar, sunulan nesneler ve yazılı kaynaklar görsel bellek
sayesinde tarih bilincini oluşturmada önemli bir yere sahiptir. Görsel belleği
diri tutacak fazlasıyla materyale sahip günümüz insanı, asl-olan insanın kendi
yaşamına sahip çıkması tabii ki. Evet, misafir işçilikten yabancılığa,
yabancılıktan göçmenliğe evrilmek... Bundan sonrasını tanımlamak şimdiden mümkün değil, yaşanacak süreçlerin nicel birikimlerine bağlı. Mümkün olan tek şey; yaşadığımız üzüntü ve sevinçleri yan yana getirebilmek.
İnsanın yaptıkları , yarattıkları ve yaşam deneyimlerinden kesitler göstermek,
sonraki kuşaklara aktarmak en kalıcı olanı...
Özden Çiçek
27.02.2011 / Hannover