ON BİR YILIN ARDINDAN BİR İSTANBUL DEĞERLENDİRMESİ



Daha önceki yazımda Almanya`daki yaşamımın bana kazandırdıklarını, bende oluşturduğu yenilik ve farklılıkları yazmıştım. Bu kez de on bir yılın ardından bir  İstanbul değerlendirmesi yapma niyetindeyim. 
 
İstanbul`da yaşadığım süre içersinde İstanbul`dan ayrılamayacağım bir şehir olarak görürdüm. Derken geçerli sebebim dolayısıyla sevgili İstanbul`dan ayrılıp Almanya`ya yerleştim. İnsan yaşadığı yere alışıp,  ‘uyum’ sağladıktan sonra bir önceki yaşamına ya da koşullarına dışardan biz gözle bakabiliyor. Her şeyin hareketi bizlerce bilinen bir doğa yasasıdır, tıpkı şehirler gibi. Doğmasam da çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği  sokaklar, caddeler bazı halleriyle tanınmayacak biçimde değişikliğe uğraması bunun ıspatı. Tanıdığım sokaklardan geçerken tanıdık birilerine rastlamak ise oldukça zor.  Hani genç nüfuslu bir ülkeyiz derler ya, gerçekten öyle. Genç nüfus sokaklarda kulaç atıyor, peki genç olmayanlar nerelerde yaşıyor? Doğrusu merak konusu.
 
Şehirlere güzellik katan kültür merkezleri, sinemalar, sergi salonları... alışveriş merkezlerinin insafına sunulmuş vaziyette. Okumaya olan ilgisizlik toplumların genel bir sıkıntısı olmakla birlikte, yapılan istatistiklere bakacak olursak, yurdum insanının günde okumaya ayırdığı zamanın ne kadar az olduğunu biliyoruz, bu durum canımızı sıksa da gerçekliğimiz...Uzunca caddelerden geçerken, kitapçı dükkkanlarına rastlamak ise oldukça güçleşiyor. Yemek, içmek ve giyinmek içine sıkıştırılmış bir şehirde yaşamak nasıl bir keyif verir kişiye bilemem. Ancak belli ki değişimin içersinde kentlerin insan tipolojisinde de bir  değişiklik yarattığı mutlak. Buna bağlı olarak farklılaşan  koşullar karşısında insanların istek ve amaçları da değişiyor. Diğer taraftan yeşilin kişi başına düşen metrekaresini, tahmin etmek zor olmasa gerek. Beton bu kadar mı sarar insanı, bir şehri. 
 
İstanbul`da yaşadığımda insanlar daha bir nezaket sahibiydi diye hatırlıyorum, yanılıyor muyum? Toplumcu yaklaşımla bunun gerekçelerini  de sıralamak mümkün. Her geçen gün sıkıntının, yorgunluğun ve güvensizliğin tutumu daha bir görünür halde. Oysa kimileri buna büyük şehirlerde yaşamanın ‘cabası’ dese de, ikna olmayı zorlaştıran bir gerekçe sanırım. Her şehrin bir ritimi ve farklı süre akımı içersinde zamanın aktığını düşünürüm. İstanbul`da zaman oldukça hızlı akıyor, hep bir şeylere yetişme telaşı var insanların; otobüse, işe, okula vs. İyi de bu ritimi, daha ne kadar taşır bu kent? 
 
Olumsuzlukları sıralarken iyi şeyler yok mu diye düşündüm. Elbette var, daha insanca ve daha yaşanası bir kent yaşamı için mücadeleyi elden bırakmayanlar, yani direnenler var. Kuytularda şarkı söyleyen kuşlar misali gelecek güzel günlerin umuduyla; çevre bilincine, eşitliğe ve özgürlüğe adanmış yüzlerle karşılaşmak insanı en umutlu kılan şey. Umuttan ve güzelden söz eden insanların  varlığı şehirleri güzelleştirir. Çünkü; şehirler değişir, umut ise  baki kalır...
  
ÖZDEN ÇİÇEK

27.08.2017 / Hannover